MHP Tokat Milletvekili Yücel Bulut, TBMM Genel Kurulunda, Adalet Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Ceza İnfaz Kurumları ile Tutukevleri İşyurtları Kurumu, Türkiye Adalet Akademisi ve Kişisel Verileri Koruma Kurumu 2025 yılı bütçesi üzerinde konuştu.
MHP'li Bulut'un açıklaması şu şekilde;
Konuşmama başlarken 2009 yılı Aralık ayında Tokat ili Reşadiye ilçesi Sazak köyünde şehit olan 7 askerimizi vefatlarının seneidevriyesi olması nedeniyle bir kere daha rahmetle anıyorum. Aynı zamanda, dün Isparta'da helikopter kazasında hayatını kaybeden, şehit olan 6 askerimize de Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.
Milletçe tarihî gelişmelere şahitlik ettiğimiz olağanüstü bir süreçten geçiyoruz. Yanı başımızda bir devir kapanırken bir yenisi açılıyor ve uzun bir bekleyişin sonrasında yanı başımızda, komşu bir ülkede bir diktatörün yönetimi hepimizin gözleri önünde son buldu. Böylesine olağanüstü ve sancılı dönemlerde tabii ki bir özellik vardır: Böyle olağanüstü ve sancılı dönemlerde gerçek çoğu zaman çok az kişiyi ilgilendirir; acısını yaşayanların, yasını tutanların, öfke kusanların, ideolojik ezberlerini tekrar edenlerin, olanı biteni hayretle izleyenlerin arasında gerçeği bulmak ve yol haritasını belirlemek her zaman çok kolay olmayabilir. Tam bin yıldır bu coğrafyada var olan, bir imparatorluk bakiyesi olan bu genç ve güçlü cumhuriyetin elbette ki tarihî sorumluluğuna uygun olarak gerçeği bulması, tespit ve tescil etmesi, buna göre de yol haritası belirlemesi elzemdir ve kaçınılmazdır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin sarsılmaz devlet aklının bu meselede de gerçeği bulacağına, gerçeği göreceğine ve buna göre bir istikamet belirleyeceğine zerre kadar şüphe duymuyor ve elbette ki devletimize güveniyoruz.
Suriye'de yaşanan hadiselerin ortaya koymuş olduğu birçok gerçek var ama bunlardan kanaatimce en ön plana çıkması gereken kuşkusuz şudur ki; hakiki bir medeniyet tasavvuru olan ve bu medeniyet tasavvurunu besleyen kültürü, birikimi, örfü adeti, geleneği, inancı ve itikadı olan topluluklar birer millet olarak yâd edilirler, milletleşme sürecine girmiş bir topluluk olarak kabul edilirler. Milletlerin kurduğu devletler, işte, bu yapı üzerine, bu ruh ve mana üzerine devleti inşa edebildikleri vakit hürriyetlerini ve egemenliklerini teminat altına alırlar; devlet geleneği ancak ve ancak böyle bir birikimin üzerine inşa edilebilir. Dolayısıyla sağlıklı bir sosyolojik yapıya dayanmayan yahut da yönettiği insan malzemesine yabancılaşmış yönetimler için mukadder olan kader, günün birinde mutlak surette çökmek olacaktır. Dolayısıyla dünyada hiçbir sistemi ve rejimi millî birlik, beraberlik ve kardeşlikten öte ayakta tutabilecek bir silah henüz icat edilmemiştir. Millî birlik ve beraberliğin elbette ki ham maddesi ve temeli kültürdür. Kültür, en safiyane ifadesiyle, en basit ifadesiyle bir coğrafyada yaşayan insanların o coğrafyayla, o toprak parçasıyla oluşturdukları gönül bağıdır; sadece onunla değil o topraklar üzerinde yaşayan diğer topluluklarla oluşturduğu gönül bağıdır. Bu gönül bağının çözülmesi sosyal çürümeyi, sosyal çürüme de beraberinde sosyal çözülmeyi tetikler. İşte, şükürler olsun ki tam bin yıldır bu coğrafyadayız. Kürt'üyle Türk'üyle Laz'ıyla Çerkez'iyle tek bir potada ve aynı işe odaklanmak suretiyle ortak kültürü inşa etmiş ve bugün de o ortak kültürün üzerine Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş, son bağımsız devletimizi kurmuş bir milletiz. Dolayısıyla bizi civarımızdaki diğer devletlerden ayıran en temel özelliğin bu olduğu kanısındayım. Nitekim, yüz bir yıl önce son bağımsız Türk devletini kuran Mustafa Kemal Atatürk de çok basit ve veciz bir sözle Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini özetlemiş ve "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür." demişti. O kültür inancı işaret eder, o kültür itikadı işaret eder, o kültür Anadolu coğrafyası üzerinde yaşayan insanların birbiriyle sarsılmaz gönül bağını inşa eder. Bundan yüz beş sene önce Mustafa Kemal Atatürk Anadolu'ya çıkarken Anadolu'da elbette ki silah yoktu, mühimmat yoktu; Anadolu'da belki insan malzemesi bile yoktu ama buna rağmen Mustafa Kemal Atatürk'ün Anadolu'ya çıkmasını sevk eden bir neden vardı. Ordular terhis edilmişti, devlet iğdiş edilmişti, vatan işgal edilmişti ama büyük bir cesaretle onu Anadolu'ya sevk eden bir neden vardı çünkü elindeki her şeyini kaybetmiş olan bu millet, Anadolu'da her bir evladını birbirine bağlayan çelikten bir halat olan kültürünü kaybetmemişti; itikadını, imanını ve inancını kaybetmemişti. Nitekim, Mustafa Kemal Atatürk de aynen şu ifadelerle bunu teyit ediyor: "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığım zaman elimde zerre kadar bir maddi gücüm yoktu ama Türk milletinin asaletinden kaynaklanan ve benim vicdanımı dolduran büyük bir itikat ve inanç vardı. İşte, ben Millî Mücadele'yi bu inanç üzerine, Türk milletinin vicdanında somutlaşmış bu inanç sayesinde kazandım." diyerek Türkiye Cumhuriyeti'nin silahla yahut da büyük askeri güçle değil Türk milletinin birbirine kenetlenmiş evlatlarının ortaya koyduğu itikat ve inançla kurulduğunu ifade ediyordu. Dolayısıyla, değerli milletvekilleri, bu coğrafyada bizi var eden temel değerler Anadolu üzerinde hangi etnik kökenden, hangi mezhepten, hangi köyden ve meşrepten geliyor olursa olsun Anadolu insanını birbirine bağlayan ve tam bin yıldır bizi burada vatan coğrafyasında payidar kılan ve kâinatın son gününe, ilanihaye son gününe kadar da burada İslam dünyasının bir umudu olarak İslam dünyasını bir kutup yıldızı olarak var edecek olan bu değerlerimizdir. Peki, bir devlette, bir sosyolojide, bir insan topluluğunda inanç olmazsa, itikat olmazsa, değer olmazsa, birikim olmazsa, kültür olmazsa, gönül bağı olmazsa ne olur? Ne olacağını kaç gündür televizyonlarda seyrediyoruz. Kendi milletine, yönettiği insanlara yabancılaşanların, onlarla gönül köprülerini koparanların bir gecede ellerindeki bütün düzeni kaybettiğine hep birlikte şahitlik ettik. Böyle devletler bu şekilde bir gecede kurulur, sonra hiç hayal etmedikleri bir vakitte bir gecede ortadan kaybolurlar. İşte, elinizde hiçbir şey yokken sadece inancınız, imanınız ve itikatınız varsa yüz bir yıl önce Türk milletine bahşedildiği gibi, bu iman ve inançtan yeni bir devlet inşa edebilirsiniz ama bunların hiçbiri yoksa elinizde kurulu olan bu devleti de bir gecede kaybedebilirsiniz. En güçlü silahlara sahip olabilirsiniz, en iyi üniformaları yaptırabilirsiniz, dünyayı ürkütmek için en iyi askerî geçit törenlerini tertip edebilirsiniz, yıkılmaz ve sarsılmaz bir görüntü verebilirsiniz ama toplumunuz sosyal çözülmeye, sosyal çürümeye sürüklenmişse bunu geri döndürebilecek bir kudret, bir silah henüz bugüne kadar keşfedilmemiştir.
Şimdi, elbette ki yüz bir yıl önce iktisadi emperyalizmin ordularına karşı burada büyük ve muzaffer bir zafer kazanmıştık ama bir eksiğimiz var, yüz yıl sonra cumhuriyetin 2'nci yüzyılını araladığımız şu günlerde göremediğimiz bir var nokta var; o da nedir? O da Türkiye Cumhuriyeti neredeyse yüz yıldır ama özellikle son yirmi yıldır çok büyük bir kültür emperyalizminin baskısı altında. Elimizdeki en büyük silahımız olan kardeşliğimizin, en büyük silahımız olan dayanışma ruhumuzun, millî birlik ve beraberliğimizin elimizden alınabilmesi için sinsice ve ustaca yoğun bir propagandayla karşı karşıyayız. Sosyal dokumuz çözülmek isteniyor, ahlaksızlık bir hastalık gibi toplumun her tarafına, Kürt çocuğuna, Türk çocuğuna, Laz çocuğuna, Çerkez çocuğuna ama bu milletin, bu coğrafyanın çocuklarına enjekte edilerek sosyal bir çürümeyle Türk milleti karşı karşıya bırakılmak isteniyor. İşte, bütün bunlara karşı Milliyetçi Hareket Partisi yarım asırdır "Titre ve kendine dön." derken herhâlde gençleri heyecana getirmek için bir slogan arayışında değildi. "Titre ve kendine dön." diyerek kendisine ait olmayan, kendi değerlerine yabancılaşan toplumumuza karşı ve "aydın" sıfatını üzerine almak suretiyle Batı'nın papağanlığını yapmaktan, Batı'nın fikirlerinin kölesi olmaktan başka hiçbir marifeti olmayan bir güruhun bu topluma tazyiklerine karşı Türk'üyle Kürt'üyle, milletimizin bütün unsurlarıyla kardeşçe, müstakil ve bağımsız bir fikir dünyası, Anadolu'ya has bir fikir dünyasıyla sorunlarını çözme iradesini ortaya koymaya çalışıyordu. Tabii ki bu gayretlerimizin neticesi olarak bugün geldiğimiz noktada şunu görmek zorundayız: Sayın Genel Başkanımızın bundan birkaç ay önce yapmış olduğu çağrıya maalesef ki artık alışık olduğumuz şekilde, MHP'den gelen her çağrıya- hoyratça karşılık verenler bu çağrıya da karşılık vermişlerdi. Bugün geldiğimiz noktada, Suriye'deki gelişmelere bakarak, bölgedeki gelişmelere bakarak geri dönüp baktığımızda hâlâ bu çağrının anlam ve mahiyetini kavrayamayanlar, emin olunuz ki bu coğrafyanın müstemleke memurlarıdır ya da emperyalizm beslemeleridir. Biz, şimdi, Türkiye'de tarihî birikimimize, mazimize ve geçmişimize uygun olarak yeni bir adım atıyoruz. "Ne işimiz var Suriye'de?" "Ne işimiz var Libya'da? "Ne işimiz var Irak'ta?" diye soranlar, devlet aklının ürettiği her politikaya karşı itiraz edenler ve bunu da meşrulaştırabilmek ve konumlarını sağlama alabilmek için Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh." sözüyle bu işe meşru zemin oluşturmaya çalışanlara karşı biz de diyoruz ki: Atatürk "Yurtta sulh, cihanda sulh." sözüne yani tek bir cümleye sıkıştırılamayacak kadar büyük bir ufka sahip, büyük kudret sahibi bir liderdir. "Ne işimiz var Irak'ta?" "Ne işimiz var Libya'da?" diye soranlara biz de şunu söylemek istiyoruz: İşimiz var ve orada görevimiz var çünkü Atatürk yalnızca "Yurtta sulh, cihanda sulh." demedi, 1922 yılında Millî Mücadele'yi kazandığımızda aynen şunu söylemişti: "Türkiye'nin bugünkü mücadelesi sadece kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa vadede bitirilebilirdi. Türkiye büyük ve mühim bir gayret sarf ediyor çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün Şark dünyasının davasıdır ve bu nihayete erinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan Şark milletleriyle yürüyeceğinden emindir." diyor. Dolayısıyla görevi nereden aldığımızı soranlara, görevi Millî Mücadele'nin kahramanlarından aldık. "Tayyip Erdoğan bunları niye yapıyor?" diye soranlara...
"Cumhurbaşkanımız bunları niye yapıyor?" diye soranlara, "Devlet Bahçeli bunları niye söylüyor?" diye soranlara açık yüreklilikle, Millî Mücadele'nin kalpaklılarının, Kuvvacılarının, şehit düşmüş ecdadımızın bize verdiği görevin bir gereği olarak yapıyoruz diyoruz. Ve ayrıca şunu da belirtmek istiyorum: Tüm bunları söylerken bizim kimsenin toprağında gözümüz yoktur ama çağları aşan bir şekilde mazlum milletlere verilmiş bir sözümüz vardır. Dünyadaki hiçbir kavme, millete ve mezhebe karşı bir hıncımız yoktur; adaletin dünyaya, kardeşliğin dünyaya hâkim olacağı bir dilek ve azmimiz vardır. İşte, verilen sözün ve hiçbir zaman bitmeyecek bu azmimizin adı İlayıkelimetullah'tır. İlayıkelimetullah, aynı zamanda, Cumhur İttifakı Protokolü'nün 4'üncü maddesine dercedilerek millî bir hedef hâline gelmiştir. Ecdadımızdan aldığımız mirası kararlılıkla sürdürmeye, nerede gözyaşı varsa oraya koşmaya, nerede mazlum varsa yetişmeye, Türk oğlu Türk gibi davranmaya, onun gibi hareket etmeye kararlıyız.