Politika

MHP'li Aydın: Türk Silahlı Kuvvetlerinin barışın ve huzurun teminatı olduğuna bütün dünya tanıklık etmektedir

MHP Genel Başkan Yardımcısı Kamil Aydın, "Gelenekten geleceğe kutlu devlet-millet mirasının onurlu taşıyıcısı Türkiye Cumhuriyeti devleti, “zulümle abat olmaya çalışanın akıbetinin mutlaka berbat olacağı” temel ahlaki öğretisi ışığında hareket edip “insanı yaşat ki devlet yaşasın” şiarına uygun tutum ve davranış sergilemektedir." dedi

MHP Genel Başkan Yardımcısı Kamil Aydın, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Libya'da bulunan unsurlarının görev süresinin yirmi dört ay daha uzatılmasına dair Cumhurbaşkanlığı tezkeresi üzerine konuştu.

MHP'li Aydın'ın açıklaması şu şekilde;

Gerek dünyevi manada adalet terazisi işlevi gören maşerî vicdanlarda ve gerekse uhrevi anlamda mutlak adaletin tecelligâhı ilahî huzurda aslolan, genelgeçer kriter; bildiklerimiz ve söylediklerimiz ile yaptıklarımız arasındaki tutarlı ilişki olacaktır. Bugün, dünyanın birçok yerinde yaşanan her türlü kaos, kriz, sıkıntı ve savaşların gölgesinde tanıklık etmekteyiz ki insanlık adına her bağlamda kendini ana merkez olarak konumlandıran Batı dünyasının kuramsallaştırıp temel ilke hâline getirdiği insan hakları, özgürlük, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi değerler uygulamada maalesef yerle yeksan edilmektedir. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı.” misali uluslararası birçok kurum ve kuruluşun ana ilkeleri olarak normlaştırılan ve insanca yaşamayı, barışı, huzuru önceleyen tüm değerleri ters yüz eden İsrail'in nobran davranışlarına maalesef bugün seyirci kalınmaktadır. Sözde muasır Batı’nın zaman zaman seyirci kalmanın da ötesine geçip, zamanı 7 Ekime sabitleyip akabinde neler yaşandığına, hangi vahşet ve şiddetin gerçekleştiğine bigâne ve sessiz kalarak, koro hâlinde “İsrail'in kendini savunma hakkı vardır.” söylemine sığınması soykırıma dolaylı bir katkı ve destek mahiyetindedir. Hâlbuki, 7 Ekimden bugünlere kadar neredeyse iki ay geçmek üzere ama diller lal, gözler kör, kulaklar sağır bir şekilde aynı teraneyi devam ettirmektedir. Bir yandan, Birleşmiş Milletler örgütünü ve aldığı kararları yok hükmünde sayıp diğer yandan, ona bağlı insani yardım kuruluşları başta olmak üzere hastaneleri, ibadethaneleri, eğitim kurumlarını, medya kuruluşlarını ve mensuplarını, mülteci kamplarını hedef gözetmeksizin bombalayarak çoluk çocuk, genç yaşlı demeden sistematik bir katliama tabi tutan İsrail Başbakanının “Yok birbirimizden farkımız.” imasıyla sorulan sorulara da pişkin ve pervasızca “Roosevelt’in Pearl Harbor’dan sonra, Bush’un 11 Eylülden sonra böyle bir soruya muhatap oldu mu?” deme suç üstünlüğü psikolojisini açığa vurmaktadır.

Evrensel insani değerlerin böylesine yok hükmüne sokulduğu bir süreçte yaşanan hukuk ihlallerine uluslararası hukuk sessiz, öldürülen basın mensuplarına uluslararası haber ajansları kör, katledilenlerin kahir ekseriyetini çocuk ve kadınların oluşturulmasına tepkisiz STK’ler, küçük itirazlarda bulunan sanatçılara ve bilim insanlarına dahi uygulanan baskı ve tehditlere sanat, medya, sinema sektörü ve bilim dünyasının arkasını dönmesi sıradanlaşan bir davranış hâlini almıştır. İnanabiliyor musunuz, 80 küsur yaşındaki bir müzik grubunun bir sanatçısı Brezilya’daki konseri için rezervasyon yaptırıyor, sadece bu çocuk katliamlarına duyduğu duygusal tepkiyi ifade ettiğinden dolayı rezervasyonunun oraya vardığında iptal edildiğine tanıklık ediyor. Sebep? Oradaki malum siyonist lobilerin etkisiyle oteller zincirinin bir tepkisi. Yani böylesine gerçekten zincirleme bir karşı duruş sergileniyor ve Batı da bunu çok net bir şekilde utanmadan, sıkılmadan seyrediyor. Dahası demokrasinin, millet iradesinin en güçlü ve doğrudan temsil edildiği parlamentolarda İsrail’e yönelik eleştiri hakkının bile zapturapt altına alınması ayrı bir garabet, başlı başına izah edilemeyecek bir demokrasi ayıbıdır. Bunun en tipik yansımasına ABD Parlamentosu bağlamında çok çıplak gözlerle seyrettiğimiz bir olayla örnek verebiliriz. Hepiniz gördünüz değil mi? Yani Barack Obama’nın eski bir danışmanı, kameralara bakarak pişkin bir şekilde “En az 4 bin Filistinli çocuğun daha öldürülmesi lazım bu dengenin kurulması için.” diyebilme ahlaksızlığını göstermiştir. Tabii, sadece bununla mı sabit yaşadıklarımız? Yine, ABD Temsilciler Meclisinin 2 Müslüman üyesi; biri malumunuz Somali asıllı, diğeri ise Filistin asıllı. İnanın, çok naif, çok eleştiri bile sayılmayacak kurdukları cümlelerden dolayı hem parti grupları tarafından hem de Parlamento ve dışarıda da STK'ler ve halk tarafından lince tabi tutuldular.

Bütün bu olaylar muvacehesinde Bloomberg bir flaş açıklamada bulunuyor ve diyor ki: “Amerika Birleşik Devletleri İsrail'e tonlarca yeni silah yardımında bulundu.” Aslında, aziz Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından ve zatıalileriniz tarafından çok da bilinmeyen bir şey değil, şaşırmadık da. Niye? Çünkü tıpkısının aynısı -müttefiklerimizin kendi ifadeleriyle- aynı kıyağın hukuki gereği, Türkiye'ye karşı sorumlulukları bir tarafa bırakarak, efendim SDG’ye yani YPG’ye, PYD’ye yani PKK’ya verildiğine biz, hepimiz tanıklık etmekteyiz. İşte, böylesine de bir müttefiklik hukukumuz cereyan etmektedir.

Kısaca, niye bu örnekleri veriyorum somut olarak? Şunu belirtmek için: Kısaca, İnsan Hakları Sözleşmesi, Cenevre, Lahey, AİHM, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yapılar Ukrayna-Rusya savaşında şahin kesilirken söz konusu İsrail'in katliamı olunca karanlıkta bir nevi ıslık çalıp dolaşmaktadırlar. Daha vahim olanı ise görevi ve konumu gereği katliamın dehşetini yerinde görmek, incelemek isteyen ve sorunun tarihî bir geçmişi olduğunu ifade eden Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres'e bu izin verilmemekle kalmamış, aynı zamanda bir de lince tabi tutularak istifaya zorlanmıştır.

İşin daha acı tarafı yukarıda isimlerini zikrettiğim kurum ve kuruluşlara kutsiyet seviyesinde mükemmellik atfedip söyledikleri veya aldığı kararları ilahi hüküm gibi mutlak doğru kabul edenlerin kimliği, unvanı ve sorumlulukları ne olursa olsun bu ülkeye ve millete ve dahi onun kurumsal kimliğine sağlanan maddi ve manevi imkânları tıka basa kullanma hariç her bağlamda aidiyetten yoksun köksüzler olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Süs bitkisivari köksüzlerin ve aidiyetten yoksunların da ebedi akıbetleri emperyalist güçlerin işgal, sömürü ve zulüm taşeronu olmaktan öteye gidemeyecektir inşallah. Diğer bir ifadeyle, ne kadar budanırsa budansın köklü söğüt misali Türk devlet millet geleneği her defasında gürleşerek daha da güçlenirken ihanetin vekaleti olma dışında hiçbir yerin yerlisi olamayanlar ise tozlu tarih sayfalarının ihanet hanesinde lanetli yerlerini mutlaka alacaklardır. Yani Sultan Fatihler ve Mustafa Kemaller kuşaktan kuşağa kök salıp abideleştikçe bu köksüzler, Çandarlı Haliller ve Ali Kemaller misali tarihî çürümüşler olarak her zaman hatırlanacaktır.

Gelenekten geleceğe kutlu devlet-millet mirasının onurlu taşıyıcısı Türkiye Cumhuriyeti devleti, “zulümle abat olmaya çalışanın akıbetinin mutlaka berbat olacağı” temel ahlaki öğretisi ışığında hareket edip “insanı yaşat ki devlet yaşasın” şiarına uygun tutum ve davranış sergilemektedir. Böylesine yüksek özgüven ve ahlaki ölçü ihtiva eden geleneği gereği Türkiye Cumhuriyeti devleti, uluslararası ilişkilerde veya üstlendiği görev ve sorumlulukların ifasında gösterdiği liyakat ve başarıyla dosta güven, hasıma korku ve endişe vermektedir.

Bunun tarihî örnekleri saymakla bitmez. Şöyle geçmişe kısa bir seyahat ettiğimde çok dikkatimi çeken birkaç örneği sizinle paylaşmak istiyorum: Efendim, dönem Fatih dönemi, İstanbul fethe yakın, kuşatma altında ama Bizans’ta bir tartışma söz konusu: “Acaba Roma’dan yardım isteyelim mi, istemeyelim mi?” Çünkü, biliyorsunuz, inançsal farklılıklar, mezhepsel farklılıklar o zaman çok etkin. “Roma’dan Katoliklerden yardım isteyelim.” diyenler de var “Hayır, biz Ortodokslar olarak istemeyelim.” diyenler de var. İyice çözümsüzlüğe ulaşıldığında bu tartışma artık çığırından çıkmış ve dönemin kardinali, , o tarihe not düşen, o güzel cümleyi aynen kurmuştur. Yani şunu demiştir: "Şehirde Latin külahı görmektense Osmanlı sarığını yeğlerim." diyerek… Biz kendi göbeğimizi kendimiz keseriz. Bu bir insan hakları, bu bir ibadet özgürlüğü manzumesinin çok açık ve net bir şekilde necip milletimizin, atalarımızın ortaya koymasının tipik bir örneği.

Daha sonra, yine benim hafızalarımda gerçekten çok etki bırakan diğer bir tarihî örnek de ta 1326'da Orhan Bey'in Bursa'yı fethinden sonra, büyük bir ibadet özgürlüğüne kavuşan Yahudilerin, 1492'de bu sefer İspanya'dan kovulma riskiyle karşı karşıya kaldıklarında aynı o insani duruş, aynı o tolerans yüklü davranış II.Bayezit'te de görülmüştür ve vatansızlara, topraksızlara kucağını açıp vatanımızda hüsnükabul göstermiştir. Tabii, bu örnekleri çoğaltabiliriz, çok fazla ifadelerle, çok net bir şekilde anlatabiliriz şanlı tarihimize kısaca dönüp baktığımızda. Dün ne idiysek -elhamdülillah- nasıl idiysek bugün de aynı şerefli duruşu muhafaza etmekte olduğumuzu açık ve net bir şekilde söyleyebiliriz. Yani Fatih'in İstanbul'u fethi sonrasındaki insan ve ibadet hakkına ders niteliğinde riayet etmesinin tıpkısı II.Bayezit'in İspanyol zulmünden bitap düşüp sığınacak liman arayan Yahudilere açtığı kucakla perçinlenmiş, oradan da merhametin ve kutsiyetin selametine duyduğu saygıyla Kudüs'te verilen emir gereği kutsal mabedi ibadete açık tutarak, atası Yavuz Selim'in ifade ettiği gibi kutsal mekânın hâkimi değil, hadimi olduğunu ömrünün son gününe kadar sürdüren Iğdırlı Onbaşı Hasan'ın asaletin de çok açık ve net bir şekilde görmekteyiz. Bu duruşun yansımaları sonradan Çanakkale'de, cephede yaralanan düşmanı sütre arkasına çekip tedavi etmeye çalışan Osman'ın merhametine ve dahası Kore Savaşı'nda sıcak çorbasını hasta hasmıyla paylaşan Mehmetçik'in tavrına yansımasına bizatihi tarih kitapları tanıklık etmektedir. Bugün ise aynı soylu duruş hükmünü sürdürmekte, hükmüne devam etmektedir. Çünkü fıtratın değiştiğini sananlar kanın aynı kan olduğunu unutanlardır. Biz, her zaman söyleriz ve söylemeye devam edeceğiz ki çok şükür bir zamanlar biz de milletmişiz, hem de ne millet, dünyaya gelmiş, sadece milliyet değil, "Özgürlüğü, adaleti ve merhametin ne olduğunu öğretmişiz." demenin bugün de aynı onur ve gururunu yaşamaktayız. İşte, bu vasfımızla milyonlarca kilometrelik gönül coğrafyamızda Asya'dan Avrupa'ya, oradan Afrika'ya ayrılığa neden olan Batılı emperyalistlerin sömürgeci olarak yeniden bölgeye zeytin dalı uzatarak ilişki kurma girişimleri bu coğrafyalarda bugün şiddetle reddedilirken Türk'ün yeniden istenen, özlenen ve beklenen bir dost ve kardeş olduğu sözde de eylemde de açık ve net bir şekilde ifade edilmektedir. En son Cumhurbaşkanımızın Cezayir ziyareti bunun en tipik örneğidir.

Başta Birleşmiş Milletler ve NATO olmak üzere görev ve sorumluluk aldığı her türlü uluslararası yapı bünyesinde Türk milletinin bağrından çıkmış Türk Silahlı Kuvvetlerinin barışın, huzurun ve istikrarın teminatı olduğuna bütün dünya tanıklık etmektedir. Bu durum, Afganistan'dan Somali'ye, Bosna'dan Kosova'ya, Suriye'den Azerbaycan'a kısaca, görev alınan her yerde üstün başarı ve güven sonucu takdire şayan bulunmuştur. Bunun en somut, ete kemiğe bürünmüş hâli Bosna Dışişleri Bakanının bir değerlendirmesinde, aynen şu ifadeleri kullanmasında çok açık ve net bir şekilde görülmektedir. Bir hafta on gün önceki bir açıklamasında Bosna Dışişleri Bakanı aynen şöyle der: "Balkanlar’daki huzur ve barışın güvencesi elbette Türkiye’dir. Türkiye olmadığı takdirde Balkanlar’daki denge aynen 1990'lardaki süreci geri dönebilecektir." İşte, bugün Libya'yla ilgili görüştüğümüz tezkerenin de bugüne kadar her türlü kirli propaganda ve kıyamet senaryolarına rağmen iç savaşın, vahşetin, zulmün, sömürünün bitmesine; sükûnetin, barışın, huzurun teminine vesile olan bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur. Diğer bir ifadeyle, Libya üzerinde aynen bundan yüz yıl önce olduğu gibi, yine birtakım sömürgeci emeller taşıyan muktedirlerin bu coğrafyayı bir mücadele alanına dönüştürmeye çalıştığı bir süreçte; özellikle bir yandan Hafter gruplarının, diğer yandan vekâlet Wagner grubunun ortaya koyduğu şiddet, kan, gözyaşı ve göç vahşetinin bir anda sükûta ermesi ve bölgede bunun yerine artık bir devlet kimliğine bürünmüş, halkının ali menfaatini önceleyen dokunuşa vesile olmuştur. İşte, bu vesileye Allah’a şükür tanıklık etmemizin nedeni aldığı üstün görevi, vazifeyi uluslararası hukuka uygun bir şekilde büyük bir ciddiyetle ifa eden Türk Silahlı Kuvvetlerimizin başarılarıdır. Böylesine necip bir milletin evlatları ve siyasi temsilcileri olarak, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına tezkerenin uzatılmasını destekliyor ve barışın teminatı olan kahraman Mehmetçik’imizin bu görevi ifada üstün başarı sağlanmasını Yüce Rabb’imden temenni ediyor, hazırunu, saygıdeğer milletvekillerini içtenlikle, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum.

{ "vars": { "account": "G-E1EN649QR9" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }