MHP Lideri Devlet Bahçeli, parti genel merkezinde "Liderlik ve Siyaset Okulu 19. Dönem Sertifika Töreni"nde konuştu.
MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin açıklamalarından tamamı şu şekilde;
Yeni yılın altıncı gününde, ‘Türk ve Türkiye Yüzyılı’na ilk adımı atmanın heyecanıyla, Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 19.Dönem Sertifika Töreni’nde sizlerle bir araya gelmenin bahtiyarlığını yaşıyorum.
Konuşmamın başında hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Yurt içinde ve yurt dışında, televizyon ekranlarından, sosyal medya platformlarından, radyo kanallarından bizleri takip eden aziz vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat ve varlık mücadelesi veren değerli kardeşlerimize en iyi dileklerimle birlikte şükranlarımı sunuyorum.
Siyaset ve Liderlik Okulumuz kesintisiz şekilde 2009 yılından beri açık ve faaldir.
O tarihten bugüne kadar çok sayıda kardeşimiz zamanlarından tasarruf ederek, günlük meşgalelerinden fedakârlık yaparak Siyaset ve Liderlik Okulumuzun kapısından içeri girmişlerdir.
Hayat boyu öğrenmeye, öğrendikçe hayat bulacağımıza, bu yeni hayatlarla karmaşık hadiselere direkt yön vereceğimize inanıyorum.
Öğrenmenin yaşı, öğretmenin sınırı yoktur.
Merhum Cemil Meriç’in “kitap zekâyı kibarlaştırır” sözünü öğrenmek olarak tefsir etmemiz pekala mümkündür.
Yine bu düşünce doruğunun, “Zihin arı, kitap çiçek, dış dünya kovan” ifadesini de aynı şekilde yorumlamak isabetli bir değerlendirme olacaktır.
Öğrenmeye kapalı olmak cehalete kucak açmakla eşanlamlıdır.
Bugünkü insanlık çağında sivrilen en vahim tehdit cehaletin yaygınlaşan cesamet ve cüretidir.
Dilden dile dolaşan, fakat manası üzerine sanıyorum pek fazla kafa yorulmayan veya yorulsa bile gereği yapılmayan bir özdeyişi bu vesileyle paylaşmak istiyorum:
Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen aptaldır, ona dikkat edelim.
Bilmeyen ve bilmediğini bilen basittir, ona öğretelim.
Bilen ve bildiğini bilmeyen uyuyordur, onu uyandıralım.
Bilen ve bildiğini bilen bilgedir, onu takip edelim.
Cehaletin şiddetli istilasına karşı direniş gösterilmezse hayatın her cephesinde, bilhassa siyasette yenilgi üstüne yenilgi alınması kaçınılmazdır.
Halka; hurafeyi din, meskeneti salabet-i iman, zillet ve sefaleti de kader diye telkin edenlerin milli ve manevi hayatımızda açtığı dipsiz kuyuları kapatmak için on yıllar boyunca insanüstü mücadeleler yapıldı.
Maneviyatımızı ve milliyetimizi muhafaza için nice badireler aşıldı.
Fiil ve fikriyatı denetim altında tutan sıkı bir Allah korkusundan uzak olanlar için elbette her şey mubah, her yol da meşrudur.
Bu kategoride yer alanlarda, Merhum Hocamız Prof.Dr.Erol Güngör’ün ifade ettiği “ahlaki şuur” hiç yoktur.
Descartes’in dediği gibi, var olmanın ön şartı, var olmanın şuuruna ermektir.
Nitekim var olmak düşünmektir, düşünmeyenin mevcudiyeti yoktur.
Büyük dava ve ülkü insanı Merhum Ziya Gökalp’in “Polvan Veli” isimli manzum masalında, “dini güçle” birleşen “milli gücün” nasıl mucizeler yaratan bir kuvvet olacağını işaret eden coşkulu bir tahkiye ustalığı vardır.
Kaleme aldığı Tevhid Şiirinde,
Bir göz ki Yezdan odur.
Millet o, vatan odur.
Örf, icmâ, Kur'an odur!
Lâilâheillâllah!
Muhammeden Resulüllah! diyerek haykıran da gene Türk milliyetçiliğinin medarı iftiharı Ziya Gökalp’tir.
Tarihin tozlu raflarına düğümlenerek bırakılan mahut tartışma konularını, dış bağlantılı operasyon ikmaliyle tekrar gündeme taşımak yalnızca aymazlık değil, aynı zamanda ahmakça ve alçakça bir tezgâhtır.
Milli ve manevi değerlerimizin istismar edilmesini tahrik ve provoke edenler, ne bu vatana, ne bu millete, ne de yüzyıllık Cumhuriyet müktesebatına sevgi ve saygı duymayan laçka tipler, layüsel asalaklardır.
Türk milletinin var oluşuna, bu ebedi ve ezeli oluşun dayandığı aşkın fikre hürmet beslemeyenlerin tekerimize çomak sokmak, kervanımızı yağmalamak için sürekli pusu attıklarını biliyor, görüyor ve takip ediyoruz.
Bunlar, cehaletin ve cibilliyetsiz mizacın pençesinde kıvranan şuursuzlardır.
Tanıyanların tek başına okul olarak tarif ettiği, bizim nazarımızda müstesna bir yeri bulunan Merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun, 22 Kasım 1975 tarihinde verdiği bir konferansta aynen dediği şuydu:
“İnsan fikre dost olunca, tarihe, coğrafyaya, ormana, ağaca da dost olur. Entegre bir bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecburdur. Dost, göze sezdirmeden gözyaşını silendir.”
Varoluşumuzun muazzam fazilet ve fikrine dost olmayanlar, milli ve manevi hayatımızın tüm güzelliklerine karşı adı konulmamış, ilanı yapılmamış bir savaş halindedir.
Ellerinden gelse milletimizi, gökyüzünden, güneş ışığından, hatta ve hatta karanlıktan bile mahrum etmeyi isteyen hainler, iç ve dış husumet cephesinde birleşen, namusuyla çıkarlarını bir tutan işbirlikçiler vardır ve hüviyetleri bellidir.
30 Aralık 2023 Cumartesi günü Anıtkabir’de “Kahrolsun Cumhuriyet, şeriat gelecek” diyerek avaz avaz bağıran bir sapığın provokasyonuyla,
Yeni yılın ilk günü Galata Köprüsü’nde düzenlenen “Şehitlerimize rahmet, Filistin’e destek, İsrail’e lanet” yürüyüşünde, Kelime-i Tevhid sancağını taşıyan masum bir insanımıza hilafet bayrağı açtığı iddiasıyla saldıran meczubun eylemi zamanlama itibariyle tesadüf değildir.
Adeta 6 Nisan 1909 akşamı Galata Köprüsü’nde vurulan Hasan Fehmi’nin veya 9 Haziran 1910’da Eminönü’nde kurşunlanan Ahmet Samim vakalarının tekrarı yaşatılmak istenmiştir.
Be hey cahiller güruhu, bey hey kendini bilmezler grubu, be hey siyasi işportacılar kafilesi hilafet bayrağı diye bir şey var mıdır? Böyle bir bayrağa tarihin hangi döneminde şahit olunmuştur?
Şayet rahatsızlık, şayet hazımsızlık Kelime-i Tevhid’den ise tarafımızı ve kararımızı açık açık seslendiriyor ve tarihe not düşüyorum: Lâilâheillâllah! Muhammeden Resulüllah!
Merhum büyüğümüz Dündar Taşer “Biz Kimiz” diye sormuş ve şöyle cevap vermiştir:
“Biz dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hakimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz.” Yani biz Müslüman Türk milletiyiz.
Ülkümüz Turan, istikametimiz Kızılelma, hedefimiz İ’la-yi Kelimatullah’dır.
Her Arapça yazıyı veya görseli irtica diye sunanlar, korku tacirliğine soyunanlar, milli birlik ve dayanışma ruhumuza beşinci kol faaliyetiyle saldıranlar yabancı istihbarat örgütlerinin sızmalarıdır, yeminli Türkiye düşmanlarının süzmeleridir.
Dün vefatının 49’uncu yıldönümünü andığımız bayrak şairimiz Merhum Arif Nihat Asya, 6 Haziran 1964 tarihinde kaleme aldığı bir makalede şunları yazmıştı:
“Bizi tehdit edenler, kale duvarına gol atmaya kalkışanlardır.
Bizim ölümümüzü bekleyenler, teneşir horozlarıyla nebbaşlardır.
Bize gerici diyenler önde ezilmekten korkanlardır.”
Sanal korkular üretip toplumsal kutuplaşmayı sertleştirmeyi planlayanlar, dışarıdan kontrol edilip tıpkı bir mayın gibi toplum ve siyaset bünyesine yerleştirilenler emin olunuz ki; iyi niyetli değillerdir, yerli değillerdir, milli değillerdir, ahlaklı değillerdir, insan yerine bile konulmayı hak etmeyenlerdir.
Mütefekkir ve Mutasavvıf Merhum Semiha Ayverdi’nin şu sözüne dikkatinizi çekmek istiyorum:
“Her ceviz yuvarlaktır, her yuvarlak ceviz değildir. Herkes insandır, fakat her gördüğün insan, insan değildir.”
Yusuf Has Hacib’in dediği gibi, “Ne der insanların iyisi, insanlıktır insan olmanın göstergesi.”
“İnsan ol, insana insanlık göster; insanlık adı övülmüştür, bunu özüne al.”
Rüzgarsız havada bir fırıldak dönüyorsa mutlaka üfleyeni vardır.
Gece yarısında kümesten gürültüler geliyorsa muhtemelen bir tilki işbaşındadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin rejim sorunu, müesses nizamıyla ilgili farklı bir arayışı yoktur, olması da düşünülemez.
Yürürlükteki Anayasa’nın 1.maddesi devletin şeklini tanımlar:
“Türkiye devleti bir Cumhuriyettir.”
Anayasa’nın 2.maddesi Cumhuriyetin niteliklerini ifade eder:
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
Anayasa’nın 3.maddesi de devletin bütünlüğünü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti tanımlar:
“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı "İstiklal Marşı"dır. Başkenti Ankara'dır.”
29 Ekim 1923’ün kurucu fikrine, kuruluş ruhuna, hukuki iradesine, siyaset ve idare felsefesine, tarihsel karar ve ilkelerine sonuna kadar sahip çıkacağız, and olsun şerefimiz bileceğiz, her türlü maksatlı polemik ve sinsi gayenin de karşısında duracağız.
Hilafet tartışmasını kamçılayanların, çanak tutanların, istismar edip alarm zilleri çalanların hepsi birden hastalıklıdır, açıkça ipotek altındadır.
Toplumsal tansiyonu yükseltmek amacıyla el ovuşturan,
Bunun yanında tarlası sürülmüş, aklı rehin alınmış, öfke nöbetlerine kapılmış, neye ve kimlere hizmet ettikleri az çok belirgin olan,
Üstelik utanmadan, sıkılmadan, onursuzca partimizin sembolü Bozkurt’u haydutça kullananların Türkiye’yi darboğaza sokmak için nasıl bir örtülü faaliyet içinde oldukları çok net görülmektedir.
Alttan alta Cumhuriyetin miras ve emanetlerine tahammülsüz olanlarla sözde milliyetçilik maskesi takanların dolaylı şekilde el ele verdikleri, iç barış ve huzur ortamını bozucu girişimlerin asıl faili oldukları, bir nevi DEM’lendikleri, hayat çizgilerini dümenciliğe bağladıkları ortadadır.
Devlete ve millete karşı siyaset yapılamaz, yapılırsa bunun adı siyaset değil hıyanetle anılacaktır.
Türk milletinin sinir uçlarıyla oynamanın adı milliyetçilik olamaz, olur diyen varsa hevesleri kursaklarında kalacaktır.
Türk milliyetçiliği, vatan ve millet sevdalısı Türk milliyetçileri etnik ve mezhep kışkırtıcısı, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı kılavuz haline getiren kanser hücrelerine sabır gösteremez, onlarla aynı hizada asla bulunamaz.
Bakınız ne diyordu Merhum Dündar Taşer:
“Milli şuur Milliyetçi Hareket’i doğurmuştur.
Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hoca Paşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir.
Bu bekleyiş demiri eritene kadar sürecektir.
Ergenekon’dan demiri eritince çıkmıştık, binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu göstermiştir. Demiri eritinceye kadar sabır.”
Çok şükür demir erimiş, vakit gelmiştir.
Milliyetçilik, milliyetsizlerin elinde oyuncak olmayacak, maneviyatımız da münafıkların emeline kurban verilmeyecektir.
“Artık anlıyoruz ki, kahraman, hangi sahada olursa olsun, ayağımızın altından, başımızın üstünde ve ruhumuzun içindeki dar ve hasis dünyaları bir çekişte koparıp alan, yerlerine iyi, doğru, güzel ölçüleriyle yenilerini getiren iç ve dış alemler fatihidir.” diyen Merhum Şairimiz Necip Fazıl Kısakürek haksız mıdır? Hatalı mıdır?
Bu fatihler Türk milletinin sinesinden yetişmiş, bundan sonra da yetişecektir.
Güvencemiz budur, gücümüz budur, geleceğin mimarı da bunlardır.
Değerli Arkadaşlarım,
Muhterem Misafirler,
Türkiye’nin parlayan çehresini, güçlenen iradesini, yükselen itibarını gölgelemek, yapay iç sorunlara gömülmesini projelendirmek amacıyla iç ve dış mahreçli bir operasyon günbegün ilerleyiş kaydetmektedir.
Bu karanlık kampanya sürecinin 31 Mart 2024 Mahalli İdareler Seçimlerine kadar artarak devamı beklenmelidir.
Riyad’da oynanması gündemdeyken ertelenen süper kupa finalinden sonra yaşanan sipariş heyecan dalgası, Türkiye’nin bölgesel ilişkilerini ve komşu ülkelerle kurmaya çalıştığı çok boyutlu diyalog köprülerini dinamitleme amacına hizmetten başka bir şeye yaramamıştır.
Türk futbolunda olmayan sadece futboldur, bunun dışında ne aranırsa bulunacaktır.
Türkiye Futbol Federasyonu süreci yönetemediği gibi, Fenerbahçe ve Galatasaray Futbol kulüpleri de aklı başında, sağduyulu ve soğukkanlı hareket edememiştir.
Hiç kimse Gazi Mustafa Kemal Atatürk üzerinden siyasi hesaplaşma sayfası açmanın peşinde koşmamalıdır.
Aziz Atatürk’ün bir futbol müsabakasında kaygı verici şekilde istismarı, müsabakanın günler öncesinde her ihtimalin hesaplanarak lazım gelen tedbirlerin alınmasından imtina edilmesi sadece ihmal veya öngörüsüzlük olarak değerlendirilemez.
Eğer böyleyse Türk futbolu duvara toslamış demektir.
Süper kupa finalinin oynanması için Riyad’ın niçin seçildiği kadar, muhatap ülkeyle hazırlanan protokole neden uyulmadığı kafamızı bulandıran ve kuşkularımızı çoğaltan bir muammadır.
Türkiye’nin siyasi, stratejik ve diplomatik gücünü tahkim ve takviye yerine tahrip etmek hiç kimseye verilmiş imtiyazlı bir hak olamaz.
En başta Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olmak üzere, Riyad krizine dahil olan her kim varsa kuru bir özürle veya bir şey olmamış gibi davranarak vaki sorundan muafiyet kazanamaz.
Türk sporunu siyasi cepheleşmelerin içine çekerek nefret söylemini yaymaya çalışmanın ne vatanseverlikle, ne de milletseverlikle bağdaşır bir tarafı yoktur.
Muhalefet partilerinin Türkiye’nin saygınlığını kundaklamanın yanı sıra kötülemek ve kötü göstermek için çok çirkin yollara tevessül ettikleri saklanamaz bir gerçektir.
Atatürk’le en küçük bağ ve bağlantısı kalmamış olanların, bu kapsamda çığırtkanlık yapması, bir kaşık suda fırtına koparmaları samimiyetsiz ve sahtekar bir siyasetin acıklı hal özetinden başka bir şey değildir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye demektir, Cumhuriyet demektir, Milli Mücadele demektir, istiklal demektir, istikbal demektir, biz demektir, muhterem hatıraları ve müstesna emanetleri ilelebet yaşatılacaktır.
Bayatlamış ezberleri tedavüle sokmak için fırsat kollayanlara, sekülerizmle muhafazakârlığı çatıştırmak için zemin yoklayanlara milletimizin aldanması, prim vermesi, ortam açması eşyanın tabiatına aykırıdır.
İnanan-inanmayan, laik-antilaik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Cumhuriyetçi-Osmanlıcı ihtilaf ve ikiliğine oynayan her kim varsa onlara dikkat ediniz, onlar ki, son günlerde kıskıvrak yakalanan Mossad ajanlarından çok daha tehlikeli olan namertlerdir.
Özellikle sosyal medyanın aşırı terörize edildiği, suç ve suçluyu övme mecrasına döndüğü görülmektedir.
Bütün mesele o beş paralık şeker suyuna sürülmüş yapışkan kağıdı sosyal medyaya asmaktır. Sonrası gelmekte, karasinekler kendiliğinden üşüşmektedir.
Klavyenin başına geçen Türk ve Türkiye karşıtları ajitasyonla, duygusallıkları kaşıyarak, yalan haberler yayarak, itibar ve haysiyetlere en ağır saldırıları yaparak milli varlığımıza ve insan huzuruna kast etmektedirler.
Teröristler nasıl mağaralarda saklanıyorsa, aynı emel ve hedefte olanlar, bunlara yardım ve yataklık içinde bulunanlar, insan onuruna nefret saçanlar sosyal medyanın çukurlarında yuvalanmışlardır.
Sosyal medya artık taşınması imkansız bir yüktür ve zehirlidir.
Ya sosyal medya kullanımını A’dan Z’ye yeni baştan, ahlaki ve milli temelde düzenlemeyiz, ya da batının içimize konuşlandırdığı bu melanet ve mikrop yuvasını hepten işlevsiz hale getirmeliyiz.
Geldiğimiz bu aşamada sosyal medya düşman yatağına dönüşmüş, milli ve manevi hayatımızı çürütmeye başlamıştır.
Bu düşüncemi çok sesliliğin bastırılması, özgürlüğün kısıtlanması, demokrasinin kısırlaştırılması biçiminde okuyup iddia edecek sefillere de yüzümüz dönüktür.
Eğer ihtiyaç olan vaki tedbiri bugün alamazsak, toplumsal barış zedelenecek, kaos taban ve temsil bulacaktır.
Dedikodu ve fitnenin demokrasiyle ilgisi yoktur.
Bir başkasının hak, hukuk ve hürriyetini gözetmeyen çirkefliklerin ve müfteriliklerin insani miras ve değer hazinesiyle ilişiği yoktur.
Sosyal medya vasıtasıyla açıklanan doğrulara bir süre sonra itibarımız bile kalmayacaktır.
Despotluk, diktatörlük, tek adamlık yalanıyla mangalda kül bırakmayanların esasen gerçek manada faşizmin fidanlığında yeşerdikleri, kendilerinden başka her şeye yabancılaştıkları, sevgi ve hoşgörüden mahrum oldukları ibret levhası gibi meydandadır.
"Bir taşı on bin defa da havaya atsan uçmayı öğretemezsin” demiş Aristo ve ilave etmiş: “Enerjinizi doğru işlere harcayın. Doğru insanlarla iş yapın. Taştan kuş, kuştan da taş olmaz..."
Türkiye’de diktatörlük hakim olsaydı,
Her akşam televizyonlara çıkıp ileri geri konuşanlar,
Can Atalay davasıyla ilgili devlet ve yargıya meydan okuyanlar,
Bölücüleri ve teröristleri pervasızca destekleyenler,
Adliye koridorlarında “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganı atan çapulcular,
Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek için vızır vızır ortalıkta gezenler, sorarım sizlere nasıl olacak, nasıl tutunacak, nasıl küstahça küfür ve hakaretlerini sıralayacaklardı?
Diktatörlük olsaydı, cezaevindeki bir terörist Türk devletine nasıl işgalci diyecek, vatanımızın bir bölümünü hangi hakla sözde Kürdistan olarak tanımlama cesareti gösterecekti?
Diktatörlük olsaydı, müstevlilere yaranmak için memleketin ele geçirildiğini kimler ileri sürebilecekti?
Çok başlı koalisyonların Türkiye’yi hangi zor ve içinden çıkılamaz hallere soktuğu ne çabuk unutulmuştur?
21 gün süren koalisyonları sahte demokratlar nasıl izah edeceklerdir?
Demokrasi diyorlar, devleti yıkmak için kudurmuş gibi çırpınıyorlar.
Özgürlük diyorlar, Mehmetlerimizi şehit etmek için kamufle oluyorlar.
İnsan hakları diyorlar, barış diyorlar, kundaktaki bebeklere kurşun atmak, vatanımızı ve milletimizi parçalamak amacıyla kanlı silahlarını emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinden alıyorlar.
Bölücülere, teröristlere hak ihlali kararlarını cömertçe veren Anayasa Mahkemesi, milletimizin gasp ve ihanet edilen haklarını ne yapacak, nasıl savunacak, hiç olmazsa adalet ve hukuk namusuna bir nebze olsa da sahip olduğunu ne zaman gösterecektir?
Bütün dayatmalara ve baskılara direnerek Türk adaletinin onurunu müdafaa eden Yargıtay 3.Ceza Dairesi’nin şerefli hakimlerini de yürekten kutluyor ve aldıkları kararı destekliyoruz.
Arthur Conte’nin “Diktatörler Yüzyılı” isimli kitabında, 20.Yüzyılın diktatörler devri olduğu anlatılır ve diktatörlüğün kaynağı olan 20 madde bir bir sayılır.
Bu 20 maddeye bugün bile giren pek çok ülke vardır, ancak bunlardan birisi dahi Türkiye’nin sosyal, siyasal ve toplumsal bünyesini yansıtmamaktadır.
Demokrasi aydınlık, diktatörlük karanlıktır.
Bugün Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni asılsız ve ahlaksız isnatlarla karalamaya çalışanların hemen hemen hepsinin durdukları yer alaca karanlıktır.
Diyebiliriz ki, muhalefet karanlıktır, karanlıktadır, Türk ve Türkiye Yüzyılını sabote etmek, önünü kesmek için emperyalist çevrelerden vekalet almıştır.
Bu nedenle zillettedir, hüsrandadır, hezimettedir, ahlaken iflastadır.
Mussolini demokrasiyi, “Az veya çok kokuşmuş özgürlük kadavrası” olarak yaftalamış, Hitler, Salazar, Franko ve benzerleri demokrasiyi infaz etmişlerdi.
Biz demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, milli egemenliğe yürekten bağlıyız.
Nihayet siyasi mücadelemizi başkaları gibi savruk ve sorumsuz yapmayız, yapamayız.
Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben irademizi korumakla mükellefiz.
Her şeyden önce Türkiye demeyi inançla sürdürmenin azmindeyiz.
Bir işi en iyi yapan bilir, siyaseti de insanı seven, sabır gösteren, milli ve manevi değerleri içselleştirmiş olanlar en doğru ve dengeli şekilde icra edeceklerdir.
Nizamü’l-Mülk “Siyasetname” isimli dev eserinde bir anekdot anlatır:
Hz.Ali’ye bir gün sorarlar: “En cengaver insan kimdir?” O da der ki: “Öfke anında kendini zapt eden ve harekete geçmeyen kimsedir. Çünkü öfke ve hiddet anı geçince pişmanlık duyar, ancak bu pişmanlık fayda etmez.”
Nizamü’l-Mülk, aklın öfkeye tahakküm etmesini olgunluk olarak tarif etmişti.
Nitekim olgunluk, fikri ve siyasi basiretin timsalidir.
Kuşkusuz acele şeytandan, sükûnet Rahman’dandır.
55 yıllık birikim, tecrübe, sabır, sebat, ihtiyat, tedbir, sağduyuyla; açık sözlülük ve kalenderlikle yurdumuzun her köşesinde insanımızın huzur ve refahı, milletimizin dirliği ve birliği için siyasetimizi şevkle yapacağız.
Çok şükür, tutulmayan sözlerle silahlandırılmış uykusuz gecelerimiz yoktur.
Anlaşmazlıkları çoğaltıp yaygınlaştıranlara, sonra da düşmanlığa dönüştürmek için gün sayanlara kesinlikle itibarımız yoktur.
Zaif ve naif değiliz.
Nefsimizle fani, ruhumuzla baki olduğumuzun idrakindeyiz.
Geçmişteki zor ve zahmetli günlerde siyasi kutuplaşmaların nelere mal olduğunu tarih şuurunun refakatiyle de biliyoruz.
Mesela, Balkan Savaşları sırasında, Efe Kazım adında bir Albay savaşın en kızgın anında 5.Kolordu Kumandanı Kara Said Paşa’yı eleştirir.
Kumandan Paşa, Albaya susmasını söyler.
Ne var ki Albay, Paşa’ya silahını çeker.
Buna rağmen yanındakilerinin engellemesiyle silah patlamaz.
Ne üzücüdür ki, Kolordu Kumandanı Hürriyet ve İtilafçı, Albay da İttihatçıdır.
Ne insanın hayatı ne de toplumun tarihi her ikisi birden anlaşılmadan anlaşılamaz.
1571’de İnebahtı’da Osmanlı donanması imha edilmiş, çok sayıda şehit verilmişti.
Donanmanın kumandanı Kılıç Ali Paşa zar zor kurtarılan gemilerle İstanbul’a dönmüştü.
Veziriazam Sokullu Mehmet Paşa, donanmanın yeniden inşa emrini verdiği Kaptan Paşa’dan demir ve başka aletlerin yetiştirilemeyeceğini işitince imkansızlığın çemberini yaran şu sözleri muhatabına söylemişti:
“Osmanlı Devleti demirleri gümüşten, halatları ipekten, yelkenleri de atlastan yapmaya kadirdir.”
O kış insanüstü bir azim ve çalışmayla donanma eski gücüne kavuşmuştu.
Bir yanda siyasi cepheleşmenin acınası sonucu olan Balkan bozgunu, diğer yanda imkansızlığa teslim olmayan, boyun eğmeyen sağlam duruş tarihimizin adeta iki sayfası gibidir.
Yavuz Sultan Selim sıralı fetihlerinin sonrasında Veziriazam Piri Paşa’yı huzuruna çağırır ve şu soruyu sorar:
“Allah’ın emri ile Mısır’ı feth eyledik; her gittiğimiz tarafta fetihler nasip oldu ve emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı. Bu vaziyette devletin zevali ihtimali var mıdır?”
Piri Paşa cevap verir: “Yüce cedlerinin koydukları kanun ve kaideler icra oldukça bu devletin zevali muhal, yani hayaldir.”
Türk devleti ve Türk milleti akıl, adalet, kardeşlik, iman mihverinde gücüne güç katacak, Osmanlı ile Cumhuriyet her anlamda kenetlenecektir.
Geçmişle gelecek milli vicdanda kucaklaşacaktır.
Tarihten husumet çıkarmak için her puslu havayı kullananlara Allah’ın izniyle müsaade edilmeyecek, yeni yüzyılın hedefleri bütüncül tarih zemininden elhak cihanı kavrayacaktır.
Diyor ya Yusuf Has Hacib: “Doğru ol, dürüst davran; iki cihanı da kazanır doğru olan.”
Aziz Dava Arkadaşlarım,
Değerli Misafirler,
Sertifika Almaya Hak Kazanmış Değerli Kardeşlerim,
Değerler; davranışlarımızı yargılarken ve hayattaki amaçlarımızı seçerken, toplumsal olarak paylaşılan, amaçlarımızı ve davranışlarımızı belirlemede bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ifade eden standartlardır.
Değerler krizinin temelinde, insanın psikolojik ihtiyaçlarının geri plana atılarak maddiyatın bütün hayatı sarması vardır.
Toplumsallaşmanın iki fonksiyonu söz konusudur:
Bunlardan ilki şahsiyetin gelişmesini, ikincisi de kültürün bir nesilden diğer nesile aktarılmasını sağlamaktır.
Toplumu oluşturan çatı, insanlardan daha çok, insanlar arasındaki ilişkiler, paylaştıkları ortak değerler, milli ve manevi davranış kalıplarıdır.
Machiavelli, meşhur eserinde, prensin tarih rüzgarına, durumların değişimine göre dönmeye hazır bir zihne sahip olmasını tavsiye etmişti.
Halbuki bir duruşu, bir fikri, bir inancı, bir değeri, bir ülküsü olanlar için duruma göre vaziyet almak, şartlara göre pozisyona girmek, nabza göre şerbet vermek, bukalemun gibi renk değiştirmek mümkün değildir.
Bizim siyasetten anladığımız da tıpkısının aynısıyla böyledir.
Siyaseti; bir süreç olarak görenler,
Bir savaş formatında ele alanlar,
Kamuyu ilgilendiren sorunlarda kendi tercihlerini kabul ettirmek, bu tercihleri uygulatmak, diğer tercihlerin gerçekleşmesini frenlemek suretiyle çeşitli aktörlerin yürüttüğü mücadele şeklinde değerlendirenler vardır.
Bizim için siyaset millete hizmet şerefine sahip olacak aklı, sevgiyi, feragati, feraseti, irfanı ve iradeyi göstermektir.
Yine hem siyasette hem de hayatın diğer alanlarında Maturidi düşünce sisteminin giderek ağırlaşan kronik sorunların ve anlaşmazlıkların çözümünde ihtiyaç olan akli ve ahlaki sinerjiyi teşmil edeceği kanaatindeyim.
Aklı ve sevgiyi ön plana alan bu düşünce sisteminin insanın ahlaken yükselmesi için gerekli gördüğü bazı zihni ve fikri düşünce aşamaları vardır ve şunlardır:
Birincisi tefekkürdür; yani hayatı ve hadiseleri değerlendirme ve yorumlama marifetidir.
İkincisi teemmüldür; yani hayat ve hadiseler üzerinden hakikati anlayıp bilme umuduyla derinlemesine düşünmektir.
Üçüncüsü tezekkürdür; yani varlıklar ve dış dünya etrafındaki incelikleri veya hikmetleri zihne nakış gibi işleyerek unutmayacak şekilde hafızaya almak ve yeri geldiğinde söylemektir.
Dördüncüsü de teşekkürdür; yani fikri ve zihni olgunlukla gönül huzuruna vasıl olmaktır.
Bu dört aşama aynı zamanda insanın ve insanlığın huzur reçetesidir.
Meşhur bir filozof iktisatçının aynen vurguladığı gibi, “Hepimiz aynı şeylerden konuşuyoruz, fakat konuştuğumuz şeyin ne olduğu konusunda hala anlaşabilmiş değiliz.”
Anlaşmanın yolu konuşmak, konuşmanın metodu da hoşgörü, empati ve merhamettir.
İnsanların layık oldukları ekonomi zenginliğin yanı sıra insan hayatının zenginliğini büyütmeyi amaçlamalıyız.
Sosyolojik bakış ve düşünmenin esasını kavramalı ve tatbik etmeliyiz.
Çünkü sosyolojik düşünmek, insanlar arasında karşılıklı anlayış ve saygıyı temel alan bir dayanışma ve diyaloğun oluşmasını sağlayacaktır.
Sosyolojik bakış, toplumsal şartların insanların hayatını nasıl etkilediğini ve belirlediğini görmeyi, başka bir ifadeyle, bireysel sorunların ardındaki toplumsal nedenleri, yani özel olanın içindeki genelin görülmesini temin edecektir.
Böylelikle gönüllere girmek, gönüller kazanmak mukadderdir.
Bilinmelidir ki, gönül yıkmak sufiyane ahlakta en büyük günahtır.
İnsanın şanının büyük ve yüksek oluşu gönlü sebebiyledir.
Bu gönül, alemleri ve her şeyi ihata edecek kadar geniştir, engindir ve derindir.
Ve bizim siyasetimizin özü gönül hareketidir.
Değerli Arkadaşlarım,
Türkiye’nin müessir ve müthiş siyaseti doğrultusunda, bölgesel kuvvet dengesi tersine döndükçe zalimler yeni oyunlar kurmaktır.
Maalesef komşu coğrafyalarda gönüller yıkılmakta, mazlumlar katledilmektedir.
Bölücü terör örgütü, sözde müttefik ülkelerce silahlandırılıp üzerimize salınmaktadır.
Türkiye’ye sızdırılan, dinimizi istismar eden, FETÖ taktikleri kullanan namussuz casuslar enselenmiştir.
Gazze’de soykırım suçu işlenmektedir.
Irak ızdırap içinde, Yemen bıçak sırtında, Somali yangın yeridir.
İran’ın Kirman şehrinde yaşanan bombalı terör saldırısı 100’ü aşkın masum insanın can vermesine, yüzlerce masumun da yaralanmasına neden olmuştur.
Buradan dost ve kardeş ülke İran’a başsağlığı diliyor, hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.
Terör devleti İsrail kontrolden çıkmış, Beyrut’ta suikast düzenlemiştir.
Bizim görevimiz Türkiye’yi, soydaşlarımızı ve din kardeşlerimizi amasız, fakatsız savunmak, arkalarında durmaktır.
Tevarüs ettiğimiz medeniyetimizin icap ve iradesi budur.
Eski çağ hükümdarları yabancı kavimlere karşı yaptıkları zulüm ve kıyımlardan gururlanır, bunu da eserleri ve kitabeleri ile tarihe mal ederlerdi.
Ancak Göktürk Anıtlarında zafer ve zulümlerle öğünmek şöyle dursun, sadece Türk milletinin felaket günlerinde derya gibi akan kanlarından, dağ gibi yığılan kemiklerinden bahsedilmektedir.
Göktürk hakanları daima barışı kurmak ve korumakla öğünmüşler, savaşı da müdafaa zorunluluğu ile yaptıklarını belirtmişlerdir.
Türkçede il kelimesi hem devlet hem de devletin ilk vazifesi olan barış manasına gelmiş ve bu nedenle barışın tesisine memur olan kimselere “İlçi” denmişti.
Türk töresinde, “İlçiye zeval yoktur” sözü de bu vazifenin ehemmiyet ve kutsiyeti ile alakalıydı.
Özellikle Osman İmparatorluğu “Devlet-i ebed müddet”in milletler arası yüksek ve mudil bir siyasi dayanak olduğunun farkındaydı.
Tarihte müstesna mevkii muhafaza eden milli kudretin kaynaklarını ve asırlarca bunu yaşatan amilleri Merhum Hocamız Prof.Dr.Osman Turan, “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi” isimli muhteşem eserinde şöyle tavzih etmektedir:
1– Anadolu’da yüksek hayatiyeti olan bir nüfus yoğunluğu ile birlikte Türk-İslam medeniyetinin filiz halinde gelişmesidir.
2- Milli-İslami ahlak, fazilet ve mefkûrelerin tam ve ahenkli imtizacı ile dünya nizamı ve cihan hâkimiyeti davasının zirveye erişmesidir.
3- Tasavvuftan gelen ilahi kudretin ferdi kurtuluştan İslam’ın hak ve adalet yolunda sosyal bir cihada inkılap etmesidir.
4- Bütün İslam dini mezhep ve tarikatlarının ayrılıklar ve tefrikalardan kurtarılıp aynı mefkure uğrunda birleştirilmesidir.
5- Bütün kavim, din ve mezhep mensupları arasında müsamaha ve adaletin sağlanmasıdır.
6- Büyük fedakarlıklara katlanılarak “Nizam-ı alem” ideali ile istikrarlı ve merkeziyetçi bir devlet yapısının kökleşmesidir.
7- Devlet mülkiyeti sayesinde büyük toprak sahipleri ile topraksız veya mağdur kitleler arasında uçurumlara meydan verilmemesi, her çiftçiye işleyebildiği kadar arazi sağlanarak tarihin kaydetmediği bir sosyal adaletin kurulması ve bu suretle tarımsal üretimle birlikte refahın artırılmasıdır.
8- Ekonomik ve dini esaslara dayanan Ahilik ve esnaf teşkilatının şehir ve kasabalarda yüksek bir ahlak ve sosyal düzenin amili olmasıdır.
9- Osmanlı ordusunu teşkil eden Yeniçeri ve Tımarlı Sipahi teşkilatının mükemmelliği, Türk askerinin yüksek hasletlerinin yanında disiplin, teknik ve silah üstünlüğüdür.
10- Tarihin hiçbir hanedan ve devlete nasip etmediği hayatiyetle Osmanlı hanedanının ilk on büyük insanının birbiri ardına padişahlık makamına gelmesidir.
11- Merkeziyetçi yapıda muazzam bir imparatorluğun başında bulunmalarına rağmen, başka hükümdarlardan farklı olarak, milli ve İslami kanun ve ananelere bağlı kalan, ulema ve umumi efkarın denetimi altında bulunan sultanların keyfi, müstebit idareye, zulme ve hatta eğlenceye sapmamalarıdır.
Maziyi atiye taşıyacak feyizle, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti, yeni yüzyılda dünyaya adalet, barış, huzur, istikrar, hakkaniyet, insaniyet ve adil paylaşım alanlarında örnek olacaktır.
Türk asrı olan 16’ıncı yüzyılda İstanbul’u anlatan bir Fransız elçisinin tespitleri şu şekildeydi:
“Nizam ve asayiş inanılmaz derece kuvvetli idi. Geceleyin şehirleri muhafaza için elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kafiydi. Halbuki Paris’te aynı vazife bir kıta askerin başında bir kumandan tarafından zorlukla yapılıyordu.”
Gelecek Türk milletinindir. Yeni bir Türk asrı önümüzdedir.
Geleceğin süper gücü Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Hiçbir bozguncu, hiçbir devlet ve millet muhalifi milli ülkülerimizin gerçekleşmesini engelleyemeyecektir.
Zaman Türk devri, zemin tüm dünyadır.
Büyük Türk düşünürü Yusuf Has Hacib’ten ilham alarak diyorum ki:
Nice bulanık işi el sürünce süzeriz,
Nice ters düğümü bakınca çözeriz.
Kaçana yetişir, uçanı tutarız.
Kırığı sarar, bozuğu düzeltiriz.
Biz Milliyetçi Hareket Partisi’yiz, biz Cumhur İttifakı’yız, biz Türk milletiyiz, hep birlikte Türkiye’yiz, 31 Mart’ta da mutlaka başarılı olacağız.
Merhum Sezai Karakoç’un dile getirdiği üzere, “azgın bir kışı yaşıyoruz. Bunu aşarsak sabır ve dayanıklılık gösterirsek, bahar ve arkasından yaz gözükecektir. Ve çiçeklerin en üstünü ve meyvelerin en kurtarıcısı, bir ilahi armağan gibi dalların ucundan uzanacaktır göğe açılmış ellerimize doğru.”
Değerli Dava Arkadaşlarım,
Muhterem Misafirler,
Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 19. dönemini tamamlamış arkadaşlarıma bundan sonraki hayatlarında üstün başarılar diliyorum.
Sizlerin, aziz milletimizin ve Türk-İslam aleminin yeni yılını bir kez daha tebrik ediyorum.
Bu duygu ve düşüncelerle, Genel Başkan Yardımcımız Sayın Prof.Dr.Filiz Kılıç ile Siyaset ve Liderlik Okulu Koordinatörümüz Sayın Doç.Dr. Turan Şahin başta olmak üzere, eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Konuşmama son verirken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.