MHP Grup Başkanvekili Filiz Kılıç, TBMM Genel Kurulunda, gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
MHP'li Kılıç'ın açıklamaları şu şekilde;
İnsan hayatına adanmışlıkla hizmet eden hekimlerimizin, sağlık çalışanlarımızın 14 Mart Tıp Bayramı'nı kutluyor, hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum.
Tıp sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir vicdan ve adanmışlık meselesidir. Tarih boyunca Türk hekimleri bilgeliği, feraseti ve fedakârlığıyla insanlığın sağlığına katkı sağlamış, savaş meydanlarında, salgınlarla mücadelede, zor zamanlarda en ön safhada yer almışlardır. Bugün de aynı ruhla, aynı fedakârlıkla görevlerini sürdüren hekimlerimiz, sağlık çalışanlarımız her türlü övgüyü hak etmektedir.
Bu vesileyle, Türk tıbbının köklü mirasına dikkat çekerken kullandığımız kelimelerin bile nasıl derin bir anlam taşıdığını sizlerle paylaşmak isterim. Bu kelime "taburcu" kelimesidir. Bildiğiniz gibi, "taburcu olmak" hastaneden sağlıklı bir şekilde ayrılmayı ifade eder ancak bu kelimenin kökenini aslında Osmanlı dönemine dayanır. Askerlerimiz hastalandığında hastanelere yatırılır, tedavileri tamamlandığında ise birliklerine yani taburlarına geri gönderilirdi. İşte, buradan hareketle "taburuna dönmek" anlamına gelen "taburcu olmak" kelimesi zamanla tüm hastalar için kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle de taburcu terimi Çanakkale Savaşı'mızla özdeşleşmiş, "Gazi askerlerimiz iyileşti." demek yerine "Cepheye gönderilmek üzere taburcu oldu." denmiştir. Vatanı, bayrağı ve bağımsızlığı için ölüme koşarak giden başka bir millet yoktur. Bu terim aslında Türk hekimlerinin tarih boyunca yalnızca hastalarını tedavi etmekle kalmayıp onları bir bütün olarak topluma kazandırma misyonunu da üstlendiğini gösterir. Türk hekimleri hastayı yalnızca bir birey olarak değil, ailesinin, toplumunun, vatanının bir parçası olarak görmüş ve bu bilinçle hareket etmiştir. Bu, bizim hekimlerimizin ferasetinin, basiretinin ve vatan sevgisinin en güzel örneklerinden biridir. Bugün de sağlık alanında gösterilen üstün çaba, bizlere bu köklü geleneğin hiç değişmeden devam ettiğini göstermektedir. Pandemide canı pahasına çalışan doktorlarımızdan deprem bölgesinde gece gündüz demeden yaraları saran sağlık ekiplerimize kadar her sağlık çalışanı bu milletin şükran borçlu olduğu isimsiz kahramanlardır. Bu vesileyle, "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz." diyen başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tarihimizin büyük tıp insanlarını, hayatlarını bu mesleğe adamış hekimlerimizi, salgınlarda, afetlerde, savaşlarda canını feda eden sağlık çalışanlarımızı rahmetle ve minnetle anıyorum. Bu mesleğin onurunu her gün yücelten, insan sağlığı için ailesinden, özel hayatından fedakârlık yaparak gece gündüz demeden çalışan başta sevgili kız kardeşim, eşi ve yeğenlerim olmak üzere, Meclisimizde görev alan tıp hekimi vekillerimizin, tüm hekimlerimizin ve sağlık çalışanlarımızın 14 Mart Tıp Bayramı'nı en içten dileklerimle kutluyor, sağlık, başarı ve huzur dolu bir meslek hayatı diliyorum.
Bugün görüşülmeye başlanacak olan İklim Kanunu Teklifi'nin hakkında da birkaç kelam ederek sözlerimi bitirmek isterim. Yalnızca ülkemizin değil tüm insanlığın geleceğini doğrudan ilgilendiren bir meseledir iklim. İklim değişikliğiyle mücadele ve bu mücadeleyi güçlendirecek yasal düzenlemeler de önemlidir. İklim değişikliği artık bilimsel verilerle inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Artan sıcaklıklar, kuraklıklar, sel felaketleri, orman yangınları ve ekosistem tahribatları yalnızca doğamızı değil ekonomimizi, tarımımızı ve insan sağlığımızı da tehdit etmektedir. Özellikle son yıllarda dünyada ve ülkemizin farklı bölgelerinde yaşanan aşırı hava olayları iklim değişikliğinin çoktan kapımızı çaldığını göstermektedir. Cumhur İttifakı'mız bu konuda duyarlıdır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın ismine ek olarak "iklim değişikliği" de eklenmiştir.
İklim değişikliğiyle mücadelede kararlı adımlar atmak yalnızca uluslararası yükümlülüklerimizin bir gereği değil aynı zamanda vatandaşlarımızın sağlığı ve refahı içinde bir zorunluluktur. İşte bu nedenle görüşülecek olan yasa teklifi büyük bir öneme sahiptir. Bu kanun teklifi Türkiye'nin ilk iklim kanunudur. Bu kanun teklifiyle sera gazı emisyonları ulusal katkı beyanı net sıfır emisyon hedefiyle İklim Değişikliği Başkanlığının yayımladığı strateji ve eylem planları doğrultusunda azaltılacak. İl iklim değişikliği koordinasyon kurulları kurulacak, yerel iklim değişikliği planları hazırlanacak, okul müfredatlarına iklim değişikliği ve yeşil dönüşüm eklenecek. Su yönetimi ve arazi tahribatının dengelenmesi sağlanacak. Döngüsel ekonomi hedefleri ve sıfır atık uygulamaları çerçevesinde ürünlerin yeniden kullanımı, atıkların yan ürün, alternatif ham madde olarak kullanılması ve geri dönüşüm, geri kazanımıyla elde edilen ürünlerin zorunlu kullanım oranları belirlenecektir.
Bu ve bunun gibi adımları atmadan yalnızca günü kurtaran politikalarla hareket edemeyiz çünkü unutmayalım ki artık attığımız her yanlış adım, gelecek nesillere daha büyük maliyetler yüklemektedir. Bu toprakların bizlere atalarımızdan miras değil, gelecek nesillerin emaneti olduğunu biliyoruz. Bu emanete sahip çıkmak, güçlü, bağımsız ve yaşanabilir bir Türkiye için hepimizin görevidir çünkü çevreyi korumak vatanı korumaktır çünkü çevrecilik milliyetçiliktir. Milletimiz tarih boyunca doğaya, iklime, suya, çevreye ve canlılara önem vermiş, kutsiyet atfetmiştir. Dede Korkut hikâyelerinde doğa kutsal ve korunması gereken bir unsur olarak işlenmiş, göçebe Türk toplulukları doğayla uyum içinde yaşamış ve ona zarar vermemeye özen göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde çevre vakıfları kurulmuştur, özellikle hayvanlara yiyecek sağlama, ormanların korunması ve su yollarının temizliği gibi konular vakıf sistemine dâhil edilmiştir.
Bursa'daki “Gurabahane-i Laklakan” yani Leylek Hastanesi Osmanlı'nın duyarlılığının en güzel örneklerinden biridir. Yaralı leyleklerin tedavi edilip doğaya salınmasını amaçlayan bir vakıftır. Fatih Sultan Mehmet'in bir fermanı İstanbul'un belirli bölgelerinde ağaç kesmeyi yasaklamış ve doğaya zarar verenleri cezalandırmıştır. Orhun Yazıtları'nda doğanın korunması gerektiğine dair mesajlar yer alır. Bilge Kağan, halkını doğanın sunduğu nimetleri bilinçsizce tüketmemesi konusunda uyarmaktadır. Selçuklu Sultanı Alâettin Keykubat, Konya ve çevresinde büyük bir ağaçlandırma kampanyası başlatmıştır. Alaaddin Tepesi olarak bilinen bölge bu dönemde oluşturulmuştur. Göktürk Kitabeleri'nde doğanın dengesine vurgu yapılır ve "Yer ve gök çökerse insan da yok olur." düşüncesi benimsenmiştir.
Sultan Sencer'in vasiyeti doğaya duyarlılığın bir göstergesidir. Mezarının üzerine büyük bir anıt değil doğayla uyumlu bir türbe yapılmasını istemiştir. Göktürkler ve Uygurlar döneminde su kaynakları kutsal sayılmış, kirletenler ağır cezalara çarptırılmıştır. Selçuklular su başlarında temizlik yapmayı dahi yasaklamış, kaynakları izinsiz kullananları sert cezalarla karşı karşıya bırakmıştır. Osmanlı döneminde ise ormanları tahrip edenlere ağır cezalar uygulanmış, su kaynaklarını kirletenler sürgüne gönderilmiştir. Ayrıca, Ahilik teşkilatı çevre etiğini iş hayatının temel ilkelerinden biri hâline getirmiş, esnafın doğaya zarar vermesi işten menedilmesine ve itibar kaybına neden olmuştur. Görülüyor ki atalarımız çevreyi koruma bilincine yüzyıllar öncesinden sahipti. Bugün bizler de geçmişimizin mirasına sahip çıkarak doğamızı koruyacak ve sürdürülebilir bir gelecek için gerekli yasaları hayata geçireceğiz diyoruz.
Vatandaşlarımızı da çevre konusunda daha duyarlı olmaya, özellikle gençlerimizi bu konuda çok daha duyarlı olmaya davet ediyorum.